Anadolu’da “el verenler” denir yed’i verenlere. Bilimden ilime, irfana ve sanata kadar Yaradan’ın bahşettiği hediyelerini, kendi gibilerine aşkla gönüller açılsın diye veren Hace’lerdir yed’i verenler. Abdurrahman Hace, aşkın bir aşkla yoğrulan gönlünden güçlü bir sezişle bildiklerini, suyun üstüne serptiği boyalara aşkını katarak gönlüne giden yola revan olmaya çalışan Damla’ya akıtır. Ebru sanatına can veren, çini ve tezhip sanatına yenilikler getiren Kara Memi ise tarihin tozlu sayfalarından sanatın ve mütevazılığın temsili olarak el verdiği Mimar Sinan ile yeniden can bulur. Şahkulu, Mihrimah Sultan, Salih, Kayla, tüm nakkaşhane sanatkârları ve hatta Kanuni Sultan Süleyman da Kara Memi’nin zamandan, mekândan aşkın tüm evreni kapsayan, arşın merkezi olan gönlündeki sonsuz ve büyük aşkından nasibini alır. Dünya döndükçe bilimle, ilimle, irfanla, sanatla, bazen şiir, bazen beste, bazen resimle, bazen bir buluş, bazen bir dokunuş, bazen de sabırlı bir bekleyişle... Kim bilir, Yaradan’ın hangi hediyeleri ile gönülden gönüle yol almaya devam edecek yed’i verenler? ................... Ebru sanatına kimin hayat buldurduğunu biliyor musunuz? Diye sordu tok ve kibar bir erkek sesi. Damla kafasını kaldırıp tam cevap vermeye hazırlanıyordu ki adamın simsiyah, pırıl pırıl bakan gözlerinde takılıp kaldı. Uzunca boylu, esmer, zayıf yüzünü şapkasıyla gölgelemiş, oldukça zarif giyimli bu adamı bir yerlerden tanıdığını düşündü. Gözleri o kadar tanıdık geliyordu ki… - Acaba sizinle daha önce tanışmış olabilir miyiz? Bir yerden tanıyor gibiyim sizi. - Kalpleri aynı şeyler için atanlar birbirlerini tanırlar. Sadece hatırlamazlar...