“Seni bağışladım. Artık sen de benim gibi yalnızsın. Seni affettim. Artık ben de senin gibi yalnızım.” Aynı düşüncelerle aynı yöne bakıp aynı şeyleri hissederken bile yalnızlığın ağırlığından kurtulamayan Kenan ve Füsun, geçmişin kırıklarını onarıp hayatın çatlaklarını kırılgan bir inançla doldurmaya çalışırken birbirinde teselli bulamamanın çaresizliğiyle yüzleşiyor. Berikinin hikâyesinden sızan acı ötekinin ayağına dolanıyor; ötekinin ruhunu kemiren hasret berikinin kanadını kırıyor. Sevmek yetmiyor; koca dünya bir ev, iki eksik bir tamam etmiyor: Her tanrı bir gün gömülüyor. Caner Almaz, beraber yürünen yolların, bugünün ilacını geçmişte arayanların, herkesten çok kendisiyle konuşanların, hevesleri korkularında boğulanların, mağdur edildikçe zalimleşip bağışladıkça kendine kalanların hikâyesine taze bir nefes katıyor ilk romanıyla: “Nasıl oluyor bu yaşamaklar, insanlar hayatı nasıl atlatıyor?” “İçim ağrıyordu, bunu kimseye anlatamazdım. İş çıkışı anneme uğradım. Yatağında bir tüy gibi, öylesine narin yatıyordu. Baş ağrılarından şikâyet etti. ‘Anne,’ dedim, ‘Füsun gitti.’ Bana uzun uzun baktı. Öyle şefkatle baktı ki ağlayasım geldi. ‘Gitmemiştir oğlum, içinde bir yerlere saklanmıştır. Öyle kolay gidilir mi?’”