Gecenin dört buçuğunda nasıl geldiğimi bilmeden, sağ salim ofise kendimi attığımda, binlerce sopa yemiş kadar bitkin, sersem, tükenmiş durumdaydım. Ofis telefonu çaldı. İçimden “hayırdır” deyip ahizeyi kaldırdım, “sende... evden kaçıyorsun” diye sayarken telefonu kapattım, defalarca aramasına rağmen açmadım ve baktım bırakmayacak, telefonun fişini çektim. O saatte bile olsa, bir dosta koşup, onu uyandırıp onun kolları arasına girip, derdimi dökmek ihtiyacı duydum. Belki o zaman çektiğim acının niteliği değişir, kendimi biraz daha iyi hissedebilirdim. Tüm vücudum titriyor, dudaklarım uyuşmuş, ayaklarım falakaya yatırılmış gibi üstüne basarken acıdan zıplıyorum. Zıplayınca da düşüyorum. Düştüğüm yerden kalkmak için dakikalarca uğraşıyorum. Kalkınca da tekrar düşüyorum. Arka arkasına, üç dört defa düşünce bir daha kalkmak istemedim ne olursa olsun böyle kalayım ölürsem ölürüm dedim. Yeisin ve çaresizliğin girdabında durmadan yoğruluyordum.