Adamın üstündeki lacivert takım, başkomiserin bir aylık maaşını aşacak kadar zenginlik saçıyordu. Güneşle yarışacak kadar ışıltılı ayakkabıları da, öteki ay maaşını epeyce zorlardı. Kravatındaki altın iğne sonraki ay maaşı için sıraya girse de pek şansı yoktu. Öne sarkan göbeği, kelleşmiş kafası, iyice semirmenin bu tür bünyelere çokça kattığı sarkan gıdısıyla siz benim kim olduğumu biliyor musunuz isimli bir Türkiye klasiği vardı karşısında… Bu coğrafyada sayısına bereket bolca yetişen, bu canlı familyası ihtisas alanıydı başkomiserin. İyi bilirdi. Epey dalaşmışlığı, kafa kola almışlığı, en kallavisinden okkalı kazıklarını yemişliği vardı. Gözlerini dikti, kulaklarını açtı ve bekledi. İlk sözler, sağa sola yollanan önemli adam pozlarından sonra geldi nihayet. “Burada ne oluyor?” Sevimli bir gülümseme kondurdu yüzüne. Tokalaşmak için elini uzattı. “Merhaba” dedi adama “Ben Başkomiser Sinan Kartal. Siz kimsiniz acaba?” Beş yıllık sürgünün ardından eski görev yerine dönen Başkomiser Sinan Kartal, belalı bir cinayet vakası ile uğraşırken, onu sürgüne gönderen güç odaklarıyla da mücadele ediyor. Katili bulmak için attığı her adım, onu gecikmiş bir hesaplaşmanın da içine sürüklüyor.