Nihayetinde, ruh, hazlarına kendi başına sahip olabilir. Ancak bedenle ortak hazlara gelince, onlar tamamıyla tutkulara dayanırlar. Şöyle ki, onların en çok heyecanlandırdığı insanlar, bu yaşamın tatlılıklarının tadını en fazla çıkarma yetisindedirler. Aynı zamanda, onlar tutkularını iyi kullanmayı bilmedikleri ve talih yüzlerine gülmediği zaman daha büyük acılar yaşarlar. Ama bilgelik başlıca bu noktada yararlı olup, onlara tutkulara egemen olmayı ve tutkuları hayli beceriyle tutumlu kullanmayı öğretir ki, onların kötülükleri daha dayanılabilir olur ve hatta tümünden sevinç bile elde edilebilir. Descartes’ın ölümünden kısa süre önce, 1649’da kaleme aldığı Ruhun Tutkuları, filozofun tasvir ettiği felsefe ağacının dallarına uzanan bir ahlak incelemesidir. Ancak tutkuları mutluluk ve özgürlük için bir engel olarak gören Stoacı geleneğe karşı tutkuları rehabilite eden Descartes’ın yaklaşımı bir ahlakçı tavrı değil, modern anlamda söylersek, bir nörofizyoloğun tutumudur. Böylece âdeta filozofun vasiyet eseri olan bu çalışmanın ana konusu, ruh ile beden arasındaki biyolojik birliğin oluşturduğu failin insani özelliği, sonra da ahlaki bir bireydir ve Descartes gerçek anlamda bir etik sunmaktan ziyade, yönteminin son meyvesi olarak bir “pathos” projesi tasarlar.