(…) Nankörlüğün, insandan başka hiçbir canlıya yakışmadığını bir kez daha anlamıştım. Çünkü insanlığın halk oluşunda nankörlük vardı. Ve bizler, kendimize yakıştıramadığımız tüm vasıf ve sıfatları, diğer canlılara yüklemiştik. Oysa hepsi bizdik. Yılandan daha fazla zehir var dilimizde ve tilkiden daha fazla kurnazız. Bir kediden daha çok nankör bir martıdan daha fazla doyumsuz. Ne köpekten kadar sadakat var içimizde ne de kumru kadar bağlılık. Angut kadar sonsuz değil hiçbir insanın sevgisi! Hiçliğin piçliğinde kaybolmuş ruhlarımıza kılıf aramaktan başka hiçbir marifet sergileyemeyen biz, aciz insanlar(!) gerek bilinç düzeyinde tasarlanmış gerekse bilinçaltında saklı kalmış tüm kötülüklerimize veya bu bağlamdaki niyetlerimize kendimizce gerekçeler bulup, vicdanımızı yastığa rahat koyduğumuzu varsaymıştık. Eşref-i mahlûkat olmanın kibri ile diğer tüm canlılar üzerinde tahakküm kurma gayretimiz, yüreğimizi kör etti. Gözlerimiz açıktı ama kördük. Kulaklarımız duyuyordu ama işitmiyorduk. Tükettiğimiz her şey ama her şey bizden uzakta olan diğer şeylermiş gibi gelse de aslında en derinimizde kendimizi tüketiyorduk. Yaratılışı sorguya çektiğim o an, varlığımızın zerreliğine bir kez daha tanık oldum. Düşündüm… Düşündükçe, Utandım…