Yusuf bir oraya, bir de önündeki toprak yığınına baktı. Dişlerini ve yumruklarını sıktı, dudaklarını ısırdı; buna rağmen gözlerinden yanaklarına doğru iri damlalar yuvarlanmaya başladı. Bu yaşlar bütün manzarayı örtüvermişlerdi. Kollarının yeni ile gözlerini sildi. Hayvanına atladı. Bir kere daha dönüp geriye baktıktan ve ömrünün en korkunç senelerinin geçtiği bu kasabaya yumruğunu uzatıp tehdit eder gibi salladıktan sonra, atını ileriye, dağlara doğru sürdü. Sabahattin Ali’nin başyapıtı kabul edilen Kuyucaklı Yusuf romanında, ailesi eşkıyalar tarafından vahşice katledilmiş kimsesiz bir çocuğun hikâyesi anlatılır. Katliamı soruşturmak için köye gelen kaymakam Salâhattin Bey’in evlat edindiği Yusuf’u çocukluğundan delikanlılık çağına kadar izleyen hikâye, babasının ölümü ertesinde gelişen ve genç adamı isyana sürükleyen dramatik süreci, dokularına kadar resmedilmiş capcanlı bir kasaba manzarası eşliğinde adım adım işler. Yoksullaşan ailenin içine düştüğü çaresizliği istismar eden nüfuzlu kişilerin şahsında cisimleşen “kötülük” ile imkânsız bir aşkın hayat karşısındaki saf, tedirgin, gerilimli ikircimini simgeleyen “erdem” geniş bir failler ve tanıklar silsilesi önünde karşı karşıya gelir. Kahramanın kaderi baştan yazılmıştır; bayağılık ile erdemin, güçlü ile güçsüzün çatışmasında güçlünün zaferi kaçınılmazdır. Bu yazgıyı değiştirecek yegâne eylemse güçsüzün isyanıdır. Yusuf da yazgısını isyan ederek değiştirecektir. Kasabadaki insanın yalnızlığını ve çaresizliğini romantik üslupçuluğun ve kaba betimleyiciliğin tuzağına düşmeden, maddi ve sınıfsal arka planlarıyla derinlikli bir psikolojik çözümlemenin konusu haline getiren Kuyucaklı Yusuf, bu özelliğiyle çağdaşı anlatılardan kesin çizgilerle ayrılır. Yazarının trajik kişisel yazgısıyla ilgili köklü ipuçları da barındıran devasa bir gerçekçi fresk, kendisinden sonraki edebiyatın yol haritasının biçimlenişinde derin izler bırakmış görkemli bir öncü roman...