Evrenin sonsuzluğunda kelebek kadar olsa da ömrü, insan hiç gitmeyecekmiş gibi kök salacaktı hayata. Ve hayat kimse gitmemiş gibi devam edecekti doludizgin. Paris, Londra ve İstanbul’dan Anadolu’ya uzanan sıra dışı bir aşk ve umut hikâyesi... Farklı geçmişlerden, değişik kültürlerden gelen bir grup insanın yolu bir kasabada kesişir. Geride bırakmış olsalar da kapanmayan hesaplardan yorgun düşen ruhlarını o güzelim kırsalda iyileştirmeye çalışırken hayat onları hem sınavlardan geçirmeye devam eder hem de güzel sürprizler hazırlar. “Ömrümün sessiz bir köşesinde oturmuş, sararmış yapraklar gibi süzülüp giden zamanın bana verdiklerini ve benden alıp götürdüklerini düşünüyorum. Soluğu her fırsatta fundalıktaki ağaç evde alan çocukluğum... Havası azalmış plastik topla bana doğru koşan o kafası tıraşlı, ayakkabısı tozlu çocuk... Anıların her bahar yeniden yeşerdiği bahçeye açılan penceredeki Avanos çömleğinden yapılmış menekşe saksısı... Ve gidenlerinin arkasından bakan uçsuz bucaksız kırsal, hepsi yerli yerinde. Ben miyim dedesinin elinden tutmuş, elma bahçesine doğru yürüyen o küçük kız? Ben miyim masal gibi bir aşkı arkasında bırakmış, sarp yolların çıktığı düzlükte kuru dallarını yeniden yeşertmeye çalışan kadın? Bu hikâyenin önce giden, sonra dönen ve nihayetinde yapraklarını dökmüş bir çınarın altına oturup düşünen kahramanı ben miyim? Ve sonbahar... Alıp götürdüğün her şeye rağmen sen misin en sevdiğim mevsim?”