“Çocukken Karanlık Geçit diye bir oyunumuz vardı. Geceleyin bahçeye çıkıp kim en uzağa yürüyebilecek diye birbirimizle yarışırdık. Ben bu korkuluğu ya bir ya iki kez geçmişimdir. Ama Minerva alır başını giderdi; arkasından seslenir, geri dönsün diye yalvarırdık. Yine de, hatırlıyorum, o da bir anlığına tam burada durur, omuzlarını dikleştirir, kendini hazırlardı. Onun için de o kadar kolay olmadığını bilirdim.”Hiçbiri için kolay değildi; ne ailesine düşkün örnek Katolik Patria, ne idealist Minerva, ne de en büyük sırdaşı olan tatlı, genç Mate için. Bunlar onlara uygun görülmüş sıfatlar, birbirlerinden böyle ayırt ediliyorlar. Ortak yönleriyse cesaretleri. Peki nereden gelir bu cesaretleri? Eh, çivi çakılana kadar çekice inanmaz derler...Julia Alvarez, bize efsanevi Mirabal kardeşleri anlatmıyor. Kalemi bir fırça misali dört hayatın dört resmini çiziyor, yüceltmeye, öcüleştirmeye fırsat vermiyor. “Tiranımızı da aynı tanrılaştırma hevesi yaratmıştır” diyor Alvarez. İşte bu yüzden onun kelebekleri çorbasındaki şehriyeden korkuyor, yastığının altında Trujillo resmi saklıyor, geceleyin utandığı elleri meşgul olsun diye haçıyla uyuyor. Bu hikâye, kahramanların nasıl kahraman olduğunun hikâyesi...