Düşünmenin tarihi içinde Kant’ın konumu istisnaidir. Kendinden önceki tüm felsefidüşünce geleneğini eleştirmiş, büyük ölçüde bunları tersine çevirmiş, o geleneğinkavramlarının anlamını kendi sistematiği içinde dönüştürmüş, yeni kavramları felsefidüşünmenin içine dahil etmiş, sonuç olarak en genel anlamda varlığı, varolanları, doğayı,Tanrı’yı, insanı “görme” biçimimizi köklü bir şekilde değiştirmiştir. Kant’ın köklü bir şekilde dönüşüme uğrattığı önceki “görme” biçimlerinin temelleribüyük ölçüde Platon ve Aristoteles tarafından atılmıştır. Bu iki büyük düşünür, hemkullandıkları kavramlarla hem de yepyeni bir varlık anlayışıyla kendilerinden öncekibilgeliğe ve hayata dair tüm düşünce, duygu ve imgeleri öylesine köklü bir biçimdedönüştürmüşlerdir ki, kendilerinden sonra gelen kuşaklar yaklaşık 2000 yıl boyuncavarlığı, varolanları, Tanrı’yı, insanı, insanın yönelimini, ahlâkı ve en genel anlamda hayatın anlam ve değerini onların açtığı şemsiyenin kapsamı altında düşünmüş ve değerlendirmişlerdir.Hıristiyan felsefesi ve İslam felsefesinin ve belli ölçüde teolojilerinin de kavramsal ve fikrî çerçevesi zaman içinde Platon ve Aristoteles tarafından tüm varlığın üzerine açılmış o şemsiye tarafından etki altına alınmıştır. 1781’de Saf Aklın Eleştirisi’nin yayımlanmasıyla Kant bu büyük şemsiyeyi kapatmış,varlığın, varolanların, Tanrı’nın, insanın, ahlâkın, insanlar arası ilişkilerin yeni bir “ışık”altında görülmesini sağlamıştır. Kant’ın, “zaman”ı varlığın bir hâli olmaktan çıkartarak,“ben”in veya “ben”in zihninin bir formu olarak konumlandırması, tüm düşünce tarihinin en önemli kırılma noktalarından birisidir. Bu aynı zamanda, kendinde, aşkın bir hakikat olduğunun reddedilmesi anlamına da gelir. İnsanın merkezde olduğu ve insanın kendi faaliyetleri sonucunda tesis edilen hakikat ki, artık transandantal hakikatten söz ediyoruz, aşkın, insanın düşünmesinden bağımsız kendinde hakikatin yerini almaktadır. Kant’ın kendi açtığı şemsiyesiyle gelen bu yeni anlayışın diğer önemli bir sonucu, ahlâkın yegâne dayanağının insan olması, ahlâk yasalarının hiçbir aşkın veya teolojik referans olmaksızın insan tarafından formüle edilebilmesinin önünün açılmasıdır.Böylelikle siyasetin, hukukun ve tarihin de yeni bir “ışık”la görülebilmesi mümkün hâle gelmiştir.