“Ben mi tablonun içine girmiştim yoksa o mu kendi dışına taşıp beni kapsamıştı? Hangisi olmuştu, şimdi de bilmiyorum; sadece kompozisyonun çevremdeki her şeye, pazara, pazarcılara, meyve, turp ve ıstakozlara, gözümün değdiği her şeye tamamıyla hâkim olduğunun ve bu hâkimiyetin, doğrudan sanatın gücü anlamına geldiğinin farkındaydım.” Ele aldığı eserleri okuyup binbir emekle inceleyerek “gerçekten” eleştiren, bu yüzden de edebiyat çevrelerince pek sevilmeyen eleştirmen İskender, bir sabah uyandığında bazı şeylerin farklılaştığını görür. Hava farklıdır mesela; ezici ağırlığı ve tuhaf kokusuyla canına kast eder gibi bir hâli vardır ki bu rahatsızlığa sahip olan tek kişi de kendisi gibi görünmektedir. Ezbere bildiği caddelerde kaybolur, eşi ve oğlu da dahil olmak üzere etrafındaki herkese yabancı hissetmeye başlar kendini. Hayatında “katı olan her şey yavaşça buharlaşırken” hâlâ var olduğunu ispat etmek istercesine bir tabloya tutunur; Sicilya’da bir enginar tezgâhından aldığı bu resim, hayatının en önemli meselesi hâline gelir. Tabii, salonun orta yerinde öylece duran, kapkaranlık yabancının kim ya da ne olduğunu anlayabilmekse bambaşka bir meseledir... Ersan Üldes’in uzun bir aradan sonra kaleme aldığı bu roman, Gogolvari bir mizah ve karanlık kahkahalarla örülü, unutulması oldukça zor bir eser.