“İncir Ağacının Gölgesinde Zaman” içten dışa, dıştan içe çok zengin gözlemlerin, yaşanmışlıkların, mahpuslukların, sevdaların, arkadaş ıslıklarının, özlemlerin, çokca sevmelerin; insanın, ağacın, sokağın, ezilmişlerin, hor görülenlerin, görülmek istenmeyenlerin; ama aynı zamanda direnenlerin, aşka inananların ve umudunu yitirmeyenlerin akıcı bir dille insanın içini yarıp geçerken iz bırakan bir ırmak gibi coşkuyla anlatıldığı, okuyucuyu nefessiz bırakan bir hikâyeler bütünü. Yazar, Trabzon-İstanbul ekseni ağırlıklı olmak üzere okuru semt semt, sokak sokak büyülü bir geçmişin gölgesinden alıp, bir dalga gibi bugünün kıyısına savuruyor. “Altmışlı yılların sonuydu. Belgin Doruk’un, Türkan Şoray’ın, Hülya Koçyiğit'in kimi filmlerde giydikleri kısa, açık renk bir pardösü vardı üzerinde, ayağında yüksek topuklu ayakkabılar ve başında tıpkı onlarınki gibi bir eşarp. Eğildiğim yerden yavaşça doğruldum. Aramızda bir adım mesafe vardı. Bu kez o eğildi, kucakladı. Yaşlı gözleriyle öptü beni, sanki yanaklarım gözyaşlarıyla yıkandı. Usulca uzaklaştı. Yolun karşısına geçip o kocaman Tekel binasının gölgesinde Zağanos’a doğru yürüdü. Uzun uzun baktım ardından. Yol boyu sıralanmış Tekel işçileri arasında gözden kayboldu. Tekel’in mavi önlüklü kadın işçileri arasından yürüyüp gitmiş, ben öyle kalakalmıştım. Genzimi yakan tü*tün kokusu ve boğazıma düğümlenen hıçkırığımla ne olduğuna hiçbir anlam veremeden çocuk yüreğime derin bir çizik attım. Sanki Boncuk’un havalı kornasını duydum bir an, sıyrıldım. Kendime geldim. Topal Mevlüt’ün at arabası tıngır mıngır yanımdan geçti. Topal, uzun kırbacı şaklattı. Hayvan can havliyle bir hamle daha yapıp yokuşu düzledi. Bakkal malzemesi yüklü araba, kıratı epey zorlamış olmalıydı. Sağrısından sızan ter neredeyse yolda ıslak bir iz bırakıyordu.”