Son tren kalkalı hayli olmuş. Sessizlik büyüdükçe büyüyor. İstasyon saçaklarının altındaki bankta, yan yana oturuyoruz. Art arda istifli kara vagonlar, az ileride karanlığa ulanıyor. Gövdelerinden yükselen pas tadı, asılı kalmış havada. Dilimi değdiriversem diye geçiriyorum. Soluğumun sıcağıyla çözülen sırdan, gözlerim ürküyor. Sekerek vagonların arasına karışıyor. Zifiri karanlığa karışmadan narin boynunu çevirip bakıyor. “Kalk peşime düş!” çağrısı bu. Cesur değilim. Beriden öteye uzanan bir şey var. İçeriden dışarıya. Ellerime, ayaklarıma dolanan bir şey. Ellerime dolanıyor. Sımsıkı sarıyor. Belki keskin. Soğuk mu ıslak mı? Dolaşık. Ellerimi savuruyorum. Daha hızlı. Sıyırıp at! Uzaktan bir tren düdüğü çalınıyor kulaklarımıza. Ellerim ne kadar umutsuz, o kadar dermansız düşüyor kucağıma. Raylar şavkıyor. Kar başlıyor.“Posta treni gördün mü hiç?”