“Toynakların sesi yükseldi. Dağ taş, yaratılmış tüm mahlukat gözünü kapattı manzaraya şahit olmamak için, nafile. Biri gebe üç yavrusunu boynuzlarına takmış, tüyleri kırmızısiyah ve yapış yapış bir dişi geyik yaklaştı kendinden emin… Boynuzlarından sarkan cesetler ve kan yağmurundan, geyiğin yüzünü seçmek mümkün değildi. Yine de gözlerinden müebbet bir karanlığın kendilerine doğru aktığı anlaşılıyordu.” Kimsenin bilmemesi gereken bir şey yaptılar. Elif, Ayşegül ve Cemile. Annelerini öldürdüler. Sezen’in anneannesini. Suzan’ı... İz bırakmamalılar. Evi kırklıyorlar, salona gömülü canavarın genizleri yakan kokusunu ve o uğursuz şarkıyı def etmek için… Bahçede ise bir kadın, ceviz ağacının altında rüyaya yatıyor. Dualar, beddualar birbirine karışıyor. Ahalinin iç çekişleri duyuluyor. Aslında herkes görüyor, işitiyor, biliyor. Cevizin Şarkısı, Aslı Tohumcu evreninin ayrıksı örneği. Biraz dünyevi, biraz uhrevi, iki âlemi de yoklayan, nakış gibi örülü bir roman.