Cihangir İstanbul’un ortasında bir köy... Delileri başka, martıları, kedileri başkadır. Bir türkü çalınır kulağınıza, sözlerin anlamı yoktur. Aklınızda yaşanmışlıkların ezgisi kalır. “Cevdet giysi dolabını açıp, Rüzgâr’a ait eline geçirdiği ne varsa sağa sola savurdu. Nereden çıkmıştı bu adam? Bir hırsız gibi hayatına, evine, bedenine sinsi sinsi yerleşmişti. Üstelik bu durum bir bilimkurgu filmi ya da fantastik bir romanın içinde yer almıyordu. Her şey gerçek dünyada kendi bedeninde, kendi zihninde oluyordu. Cevdet gardırobun kapağındaki aynanın karşısına geçip, içindeki Rüzgâr’ı görmek ister gibi birkaç saniye baktı gözlerine. Gözlerinin içinden ruhunu, ruhunun derinliklerini görmek istedi.” *** “Meltem hızlı adımlarla yatak odasına yürüdü. Yatağına uzandı. ‘Kendine gel! Ne yaptığını sanıyorsun?’ diyerek kendini uyardı. Bilinmeyeni, yabancıyı merak etmek böyle bir şey olmalıydı. Aynı bedende bambaşka biri... Gözlerini kapadı. ‘Gececi Cevdet’le sevişmek nasıl bir şey olurdu?’ diye hayal kurmaya başladı. Duruşu, dokunuşu, hatta kokusu bile farklı... Acaba Meltem’e nasıl dokunur, nasıl öper, nasıl sevişirdi?” İstanbul’un tarihi ve kozmopolit semti Cihangir’den okurun zihnine uzanan bir ötekileşme romanı. Evrendeki her parça nasıl bütünü yansıtıyorsa, Cevdetgiller’in her bir karakteri de bizden biri olmaya aday. Zihnimizdeki ötekilerle barışabildiğimiz günlere…