“Emeğiyle yararlı işler yapmamış, güzellikler yaratmamış, yüce başarılar düşlememiş, yürekten dostluk nedir bilmeyen yeteneksiz insanlar için dağlarda, “Saçları ağarana dek yaşadı, ama dünyaya gelmedi.” derler. Bu bir kitap değil, Dağıstan’ın kendisi! Yazar, okuyucusuna en kıymetli üç şeyinden birer avuç emanet veriyor; bir avuç vatan toprağı, bir avuç dağların karı ve bir avuç Hazar’ın tuzlu suyu… Toprağın kokusunu, karın büyüleyici beyazını, denizin huzurlu mavisini serpiyor yaprakların arasına, özlediğin ne varsa orada bul diye. Masal olmalı bu; Dağıstan’ın başka hiçbir masala benzemeyen, uzun ve karanlık gecelerde yıldızlı gökyüzünü çağrıştıran masalı.“Benim Dağıstanım” bir solukta okunacak bir kitap değil; koklayarak, gülümseyerek, ağlayarak, hüzünlenerek, evlat gibi bağra basarak okunacak, bitmesin diye başucuna koyulacak bir yapıt. “Benim Dağıstanım” biraz benim, biraz senin ama çoklukla toprağın hikâyesi… Toprağın masalı… Şimdi bırakın elinizde ne varsa, Hazar’a Dağıstan’ın gözüyle bakın; ne güzel görünecektir. Dağıstan’a Rasul Hamzatov’un gözüyle bakın; burnunuzda o toprak kokusu baki kalacak, hiç gitmeyecektir.