“Bâtınilik” ya da “okült” hakkındaki algılarımız kendimize dair nasıl düşündüğümüzle ayrılmazbiçimde iç içedir: Neredeyse hiçbir zaman bu olgunun bilincinde olmasak da entelektüeller ya daakademisyenler olarak kimliğimizin bizatihi kendisi, o kimliğin ters ayna imgesinin zımni reddinedayanır. İşte bu yüzdendir ki “Batı bâtıniliği” sahası, bir bütün olarak akademik araştırma içinpotansiyel anlamda patlayıcı içerimler taşımaktadır. Ona ilişkin miras aldığımız varsayımların,tarihsel kaydın ön yargısız soruşturulmasından ziyade, ideolojik inşaların ve basmakalıp yargılarınyansıması oldukları için yetersiz kaldıkları ortaya çıkarsa o zaman bizatihi kendi kimliğimizintemellerini yeniden düşünmek zorunda kalacağımız kesindir. Bâtıni ya da okült ötekiliğe ilişkinmuhayyel inşalarımız aynı zamanda bizatihi kendiliğimizin inşasıdır ve bu yüzden de “onların”farklı olduğu ortaya çıkarsa eldeki soru bunun bizim için ne ima ettiğidir.Akademisyenler “bâtıni”, “okült” ya da “büyülü” inançlara küçümseyerek bakmaya meyyaldir, ancak genelde bu terimlerle anlatılan dinî ve felsefi gelenekler ya da bunların entelektüel tarih için önemi konusunda cahildirler. Wouter J. Hanegraaff, entelektüellerin İncil dini ve Antik Yunan aklının temellerine meydan okumuş, Geç Antik Dönem’den kalma bir dizi “pagan” fikirle Rönesans’tan beri nasıl hesaplaşmaya çalıştıklarının göz ardı edilmiş hikâyesini anlatıyor. Protestan ve Aydınlanma polemikleri temelinde akademiden sürgün edilmiş bu gelenekler, öteki olarak algılanır hâle gelmiş, akademisyenler de günümüze değin kimliklerini bu öteki üzerinden tanımlamışlardır. Hanegraaff, Bâtınilik ve Akademi’deki irdelemesini birincil ve ikincil kaynaklar üzerine titiz bir çalışmayla temellendirerek okuru 15. yüzyıldan günümüze uzanan heyecan verici bir entelektüel yolculuğa çıkarıyor ve dışlanmanın bu unutulmuş tarihinin din, felsefe ve bilimin müesses klasik anlatılarına dair ne gibi içerimler taşıdığını sorguluyor.