Alperhan; sırtını kendisiyle yaşıt alıç ağacının gövdesine dayayarak serin gölgesine oturup, gözlerini Kızılırmak vadisinin derinliğine dikti. Öylece durdu… Alıç ağacı gölgeliğinin ötesinde ise öyle sıcaktı ki hava ve toprak. Güneş sanki sıcağını, ışığını ve ısısını kovalarla, helkelerle hatta kazanlarla yeryüzüne döküyordu. Ardından da bir serin su serpiliyordu ürpertircesine barajdan esen rüzgarlarla…! Uzun upuzun, birbirine benzeyen yıllar; ağır ağır, aheste aheste geçip gittiler. İşte benim rüyalarım, hayallerim, hülyalarım. 40 yıl sonraki eskimiş yıllarım. Ve yanan, yakan, kavuran bir afat ataşta yanacakken zamanın, o en değerli, küçük, küçücük. Minnacık, bir “an” kadarcık kısmında gördüğüm ULVİ RÜYAM …! Varın da hesap edin şimdi zamanın değerini, kıymetini ve vazgeçilmez, paha biçilmez bir mücevher oluşunu. Zamanın; Münevver, Muteber , Muazzam Mükemmel ve Muhteşem Oluşunu…!