Tulan’ın surları üzerinde o efsanevi fırtınayı bir kez olsun görebilecek olmanın heyecanı ile bekliyordu. Bir şey nasıl hem bu kadar büyüleyici hem de bu kadar yıkıcı olabilirdi? Nasıl hem hatırlatıp tüm o ihtişamlı geçmişi hem de unutmak için yalvartabilirdi gören gözlere? İnsanlık kendine rağmen uyanıyordu, artık umutlar dillenmişti. Aydın zihinler kaybettiği insanlığı aramak için, tüm yıkılan medeniyetlere hak ettiğini vermek için, Altın Çağ’ı getirmek istiyordu. Siren seslerini yırta yırta gelen atalarının en ölümcül mirası olan fırtınayla ilk kez göz göze gelişi ona bir pasajı hatırlattı, Altın Çağ idealini oluşturan kurucuların Yaratıcılık adlı kitabından: “Bir zamanlar umut dolu esen rüzgârlar vardı dünyada. İlim ve teknoloji, evrenin tüm sırlarıyla birlikte apaçık ellerimizdeydi. Yüzü geleceğe hayali onun da ötesine giden bir insanlığın hürmetine esen umut dolu rüzgârlardan ne kaldı şimdi geriye? Biz evrene yayıldıkça kendi özümüzü unuttuğumuz Miladi dönemlerden geriye bir bu fırtına yadigâr artık. Gelip gidip fırtınadan sorarlar âlimlere. Zahmet edip sormayın onu, deşmeyin âlimlerin yarasını. Umut esen rüzgârları yakıp yıkan fırtınalar yaptık el ele. Ne kaldıysa umuttan geriye fırtınayla beraber savrulur şimdi Orava Çölü’nde.”