ABD, Kıbrıs sorunu uluslararası hale gelene, yani 1950’li yılların ortasına kadar, ada ile ilgili bir düşünce geliştirmemişti. Yunanistan tarafından Birleşmiş Milletler’e taşınana kadar, ABD sorunun Londra ile Atina arasında çözümlenmesini öngörmüştü. Bu süreçte Türkiye de işin içine girince, ABD sorunun yine NATO üyesi üç ülkenin ortak girişimiyle halledilmesini beklemişti. ABD açısından Kıbrıs Doğu Akdeniz’de stratejik önemi olan ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin uzak tutulması gereken bir yerdi. Bu nedenle ada mutlaka Batılı güçlerin kontrolünde olmalıydı. Kıbrıs, Birleşik Krallık’ın bir parçası olmaya devam ettiği sürece Washington açısından bir sorun yoktu. Eğer ada “Ulusların Kaderini Tayin Hakkı” ilkesine uygun olarak bağımsız olacaksa müttefik güçlerin kontrolünde olmalıydı. ABD, Kıbrıs konusunda farklı yaklaşımlara sahip taraflar arasında arabulucu olmayı istemedi. Çünkü ABD bir tarafın görüşünü desteklerse diğerleri tarafından adil davranmamakla suçlanabilirdi. Ancak ABD, sorunun çözümü için Kıbrıs’taki konsolosunu Birleşik Krallık’ın Sömürge hükümetiyle ortak çalışmaya yöneltti ve “Taksim ve Enosis arasında bir çözüm” olarak görülebilecek Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasına önemli katkıda bulundu. Bu gayrete rağmen, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin devamı için birlikte çalışması gereken iki toplumun elitleri kendi ulusal davalarının peşinde koşunca 1963 yılı sonunda taraflar arasında silahlı çatışma başladı ve Devlet’in iki toplumlu yapısı çöktü. Bu gelişme sonrasında ABD, adadaki çatışmanın Türkiye ve Yunanistan arasında bir savaşa dönüşmesini engellemeye çalıştı. Bu iki müttefik üye arasında Kıbrıs’tan kaynaklanan bir savaşın çıkması komünizme karşı mücadele için kurulan NATO’nun büyük sıkıntı yaşamasına neden olurdu. ABD sorunun Türkiye ve Yunanistan ilişkilerini etkilemediği sürece zaman içinde tarafların bir çözüme ulaşabileceklerini öngörüyordu.